Bazen öyle anlarımız oluyor ki, hiçbir şey yapmak istemiyorsun, halin olmuyor veya o an o işi yapmanın sana iyi gelmeyeceğini biliyorsun ama ağızından çıkan kelime yine “tamam” oluyor. İşte o “tamam demek var ya, aslında içten içe koca bir ”hayır” ama duyulamayan bir türden. Sanki ne yaparsan yap, birilerini kırmamak, üzmemek veya onları daha mutlu etmek uğruna kendini eksiltmeye razı oluyorsun. Bu yazının ilk kelimelerini de tam olarak o duyguyla yazıyorum.
Mesela geçenlerde çok basit bir olay yaşadım. Değer verdiğim biri hafta sonu için yemek planı yaptı, bana da “gelirsin değil mi?” Dedi. O kadar otomatik bir şekilde “gelirim tabii” dedim ki… halbuki o günlerde kendi sağlığım için sağlıklı beslenme lazımdı. Ama gel gör ki, içimden geçen ne olursa olsun “evet” dedim. Ve ertesi gün kendime çok kızdım. Birilerine “hayır diyemediğim için değil. Kendime “evet” diyemediğim için.
Bu yazı, tam olarak yaşadığım bu içsel çelişkilerden doğdu. Çünkü fark ettim ki, biz bazen başkalarının rahatını, huzurunu, memnuniyetini o kadar önceliyoruz ki kendi sınırlarımızı, ihtiyaçlarımızı ve duygularımızı bir kenara atıyoruz. Başkalarını üzmemek için kendimizi kırıyoruz. Ve bunu öyle sistemli, öyle alışılageldik bir biçimde yapıyoruz ki çoğu zaman fark bile etmiyoruz.
Çocukluğumuzdan itibaren bize hep “iyi çocuk” olmanın, “nazik” olmanın, “bencil olmamanın” yolları öğretildi. Bize kimse “hayır demeyi öğren” demedi. Kimse, “kendi ihtiyaçlarını da dinle” demedi. Hatta kendi ihtiyaçlarını öncelemek, çoğu zaman “bencillik” olarak algılandı. O yüzden biz de büyürken kendi sesimizi kısmayı, başkalarının sesine göre hareket etmeyi öğrenmiş olduk.
Ama sonra bir şey oluyor. Birikiyor. Küçük küçük “tamam”lar, içimizde bir ağırlık yapıyor. Yoruluyoruz. Küsmeden küsmeler başlıyor. “Hep ben mi anlayışlı olacağım?” diye başlayan cümleler kuruluyor içimizde. Ama yine de dışarıdan sakin, anlayışlı, sevgi dolu görünmeye devam ediyoruz. Çünkü içimizdeki o küçük çocuk, sevilmek için her zaman uyum sağlaması gerektiğine inanıyor.
Bu yazının amacı sana “her şeye hayır de” demek değil. Ama “kendine de evet demeyi öğren” demek. Çünkü insanlar bizi ancak sınırlarımızla tanır. Ve ancak sınırlarımız olduğunda gerçekten sevilmeye başlarız. Her şeye evet diyen biri olmak, zamanla görünmez olmak demektir. Oysa biz görünmek istiyoruz. Görülmek, duyulmak, saygı duyulmak.
Sınır koymak, aslında bir kendine dönüş hikâyesi. Kendini önemsemenin, yorgunluğunu ciddiye almanın, iç sesine kulak vermenin hikâyesi. Bu yazının her bölümüyle birlikte, seni kendi sınırlarını keşfetmeye davet ediyorum. Belki de artık birilerine “hayır” derken, kendine ilk kez “evet” diyeceğin zamandır.
Unutma, sınır koymak kimseyi kırmak değildir. Sınır koymak, kendine zarar vermemek için seçtiğin sevgi dolu bir savunmadır.
Haydi başlayalım…
SINIR DEDİĞİMİZ NE Kİ ASLINDA?
Sınır kelimesi ilk başta kulağa çok sert geliyor değil mi? Sanki “duvar örmek” gibi. İnsanlar arası mesafeler, soğukluk, uzaklık… Ama aslında sınır dediğimiz şey, tam tersine sıcak, samimi ve güvenli ilişkilerin temelini oluşturuyor. Çünkü sınırlar, ilişkilerin sağlıklı olabilmesi için gerekli olan görünmeyen çizgilerdir.
Bir düşün; evinin kapısı neden var? Çünkü bu, senin alanını koruman için. Her isteyen içeri giremesin, sen izin verdiğin sürece biri girsin diye. İşte duygusal sınırlar da tam olarak bunun gibi. Kalbinin, zihninin ve bedeninin bir kapısı var ve bu kapının anahtarı da sadece sende olmalı.
Sınır; “burası benim için rahatsız edici”, “bu kadarı bana fazla geliyor” ya da “şu konu hakkında konuşmak istemiyorum” diyebilmektir. Sınır; bir dur demektir. Ve bu “dur” aslında ilişkiyi koparan bir şey değil, aksine onu daha saygılı ve sürdürülebilir hale getiren bir işarettir.
Peki sınır sadece duygusal mı olur? Tabiki de hayır. Hadi gel başka hangi sınırlarımız varmış öğrenelim.
• Fiziksel sınırlar: Kişisel alan, dokunulma sınırı, yorgunken dinlenme hakkı. Mesela kalabalık bir ortamda sürekli sarılmak istemiyorsan, bu senin fiziksel sınırındır.
• Zihinsel sınırlar: Fikirlerine, inançlarına saygı duyulmasını istemen. Her sohbetin bir tartışmaya dönüşmesini istememek, zihinsel alanını korumaktır.
• Duygusal sınırlar: Kendini suçlu hissetmeden hislerini ifade edebilmek. Başkasının öfkesini ya da duygusal yükünü taşımayı reddetmek de bunun bir parçası.
• Zaman sınırları: “Şu saatten sonra görüşemem”, “kendime ayıracak zamana ihtiyacım var” diyebilmek. Zamanını kimseye açıklamak zorunda olmamak.
Görüyor musun? Sınır dediğimiz şey aslında “kendini korumak” anlamına geliyor. Ama biz ne yazık ki bu kelimeyi hep bir mesafe, bir reddediş gibi algılamışız. Oysa sınır, ilişkileri bozmaz; tam tersi, onları netleştirir. Karşı taraf neyi yaparsa seni rahatsız ettiğini bilirse, seni daha iyi anlayabilir. Bilmezse? İşte o zaman kırgınlıklar başlar.
Şunu fark etmek lazım: İnsanlar bizim sınırlarımızı biz söylemedikçe anlayamazlar. Herkesin “rahatsız olma eşiği” farklıdır çünkü. Birisi sana sürekli dokunarak konuşuyorsa ve sen bundan rahatsızsan ama hiç ses etmiyorsan, o kişi senin alanına girmeye devam eder. Bu onun suçu değil – senin sınırını bilememiş olmasıdır.
Benim hayatımda bir dönem şöyle bir şey olmuştu. Çok yakın olduğum biri, sürekli her kararım hakkında yorum yapardı. Ne giyeceğimden tut da, hangi diziyi izlemem gerektiğine kadar… Başta bunu “ilgi” zannettim. Ama sonra fark ettim ki, bu benim düşünsel sınırlarımı ihlal ediyordu. Kendi kararlarımı veremediğim, onun onayını beklediğim bir hâle bürünmüştüm. İşte o noktada sınır koymak zorunda kaldım: “Senin fikrini önemsiyorum ama bazı kararları sadece kendim almak istiyorum.” dedim. Ve biliyor musun? Bu cümle her şeyi değiştirdi.
İlişkilerde sınırlar şeffaflık getirir. Ne hissettiğini, neyi sevip neyi sevmediğini, nerede durduğunu bilmek hem seni hem de karşındakini rahatlatır. O belirsizliklerin içinde yorulmaktan kurtulursun. Sürekli içten içe alınmak, darılmak ya da sessizce uzaklaşmak yerine, daha dürüst bir bağ kurulur.
Bir de şu var: Sınırlar sadece başkaları için değil, kendimiz için de geçerlidir. Bazen kendi kendimize zarar veririz. Mesela her şeyin yetişmesi gerektiğine inanıp kendimize hiç izin tanımamak. Hiçbir şey yapmadan geçen bir günü “boşa geçti” diye damgalamak. Oysa kendimize de sınır koymamız gerekir. Yorgunsak durabilmek, yalnız kalmaya ihtiyacımız varsa hayır diyebilmek.
Unutma: Bir sınır çizdiğinde bazen insanlar bunu anlamayabilir, hatta kırılabilir. Ama bu onların değil, senin hayatın. Ve senin ruh sağlığın, ilişkilerin devamlılığından daha kıymetli.
Sınırlar, sevmeyi bilmeyen insanlar için değil, sevmeyi sürdürebilmek isteyen insanlar için vardır.
Sınır çizdiğinde birilerini kaybediyorsan, belki de hiç sahip olmaman gereken bağları kaybediyorsundur.
O yüzden, sınır dediğimiz şeyin anlamı çok basit:
“Seni seviyorum ama önce kendimi de seviyorum.”
BİZE BÖYLE ÖĞRETİLMEDİ: NEDEN SİNİR KOYAMIYORUZ?
Hayatın birçok alanında kendimizi korumamız gerektiğini biliyoruz. Yolda yürürken biri üstümüze çok geldiğinde refleks olarak bir adım geri çekiliyoruz mesela. Fiziksel olarak sınırlarımızı fark etmek daha kolay. Ama duygusal ve zihinsel sınırlar söz konusu olunca işler biraz karışıyor. Çünkü ne yazık ki biz bu sınırları fark etmeyi, koymayı ve savunmayı çok küçükken öğrenemedik. Hatta çoğu zaman bize bu alanı hiç tanımadılar.
Düşünsene… Kaç kere “hayır” deme şansın oldu çocukken? Yorgunum diyebildin mi? “Bunu yapmak istemiyorum” dedin mi? Genelde pek mümkün olmadı. Çünkü biz, “söz dinleyen çocuklar” olarak büyütüldük. Sessiz, sakin, nazik… Ve en önemlisi, başkalarını memnun eden. Bu yüzden çoğumuz için sınır koymak, çocukken sevilmemeye yol açacak bir tehdit gibiydi.
Bir yetişkin olarak biri sana sinir bozucu şekilde sürekli mesaj attığında, “rahatsız oluyorum” demen gerekir. Ama içindeki o küçük çocuk, hâlâ “ya kırılırsa, ya üzülürse, ya beni sevmezse?” diye fısıldar. İşte o çocukluk öğrenmeleri, bugün kendi sınırlarımızı çizmemizin önünde kocaman bir engel.
Toplumun da bu işte büyük payı var. Özellikle kadınlara biçilen roller, fedakârlıkla eşleştiriliyor. Bir kadın “hayır” dediğinde, “bencil”, “soğuk” ya da “anlayışsız” olarak yaftalanabiliyor. Oysa aynı davranış bir erkekten geldiğinde, “net” ve “kararlı” bulunuyor. Böyle büyüyen bir kız çocuğu, ne zaman kendi ihtiyaçlarını öncelemeye kalksa suçluluk duymaya başlıyor. Çünkü sistem, onun başkalarını mutlu ettiği sürece değerli olduğunu fısıldıyor.
Kendi deneyimlerimden birini anlatayım. Bir zamanlar çok yoğun bir arkadaş çevrem vardı. Herkes her şeyi birlikte yapmak isterdi. Film izlerken, dışarı çıkarken, kahve içerken… Ve ben de hep oradaydım. Davet edilen her yere gider, konuşulan her konuya dâhil olur, hep “evet” derdim. Ama bir gün bedenim bana çok net bir sinyal verdi: hastalandım. Hem de öyle hafif bir şey değil. Uyandığımda yataktan kalkamayacak kadar bitkin hissediyordum. Çünkü ne bedenim ne ruhum bu tempoyu kaldırabiliyordu. Ama içimde o kadar büyük bir “yetişme” ihtiyacı vardı ki, kendime dur demeyi hiç düşünmemiştim.
O gün, “Neden hayır diyemiyorum?” sorusunu ilk kez sordum kendime. Ve cevabı çok eskiye, küçücük bir kıza kadar gidiyordu. Bu sorunun cevabını verdikten sonra ise artık sadece istediğim kişilerle ve kaldırabileceğim yoğunlukta olacak şekilde revize ettim bu durumu.
Birçok insan için sınır koymakla ilgili duygular karmaşıktır. Çünkü bu sadece bir beceri meselesi değildir. Aynı zamanda bir “izin” meselesidir. Kendine sınır koyma izni veriyor musun? Kendini önemsemeye hakkın olduğunu düşünüyor musun?
Bunları düşünmeden sınır koymak, sadece teknik bir çaba olur. Oysa bu içsel bir dönüşümdür. Kendini değerli görmeye başladığında, “bu kadarı bana fazla” diyebilmeye de başlarsın.
Brene Brown bu konuyla ilgili çok güzel bir şey söyler:
“En çok sınır koyabilen insanlar, en çok şefkat gösterenlerdir.”
Yani kendini korumayı bilen biri, başkalarına da daha sağlıklı bir şekilde yaklaşabilir. Sürekli başkalarını memnun etmeye çalışan biri ise, bir noktadan sonra kırılır, yorgun düşer ve bu da ilişkilerini zehirler.
Sınır koyamamanın bir başka sebebi de, belirsizlik korkusu olabilir. “Eğer ona hayır dersem, bana küser mi?”, “Beni terk eder mi?” gibi sorular zihni kemirir. Bu yüzden çoğumuz risk almamayı seçeriz. Ama şunu unutmamak gerekir: Sadece “evet” dediğimiz için bizimle kalan insanlar, aslında gerçek bizi değil, “uyumlu versiyonumuzu” seviyorlardır.
Gerçek ilişkiler, sınırların içinde büyür. Çünkü orada dürüstlük vardır. “Ben bunu istemiyorum ama seni seviyorum” diyebilmek, bir ilişkinin olgunlaşma noktasıdır.
Yavaş yavaş şu soruyu sormayı öğrenmeliyiz: “Ben şu an ne hissediyorum?” ve “Bu durum bana gerçekten iyi geliyor mu?”
Belki de bu yazıyı okurken ilk kez fark edeceksin bazı sınırlarının aslında hiç sınır gibi görünmediğini. Belki uzun süredir aynı kişiye katlandığın için değil, onu kırmamak için sabrettiğini fark edeceksin. Ama unutma: Kendini ihmal etmek, kimseyi korumaz. Sadece seni yavaşça tüketir.
Sınır koymak, bir anda olacak bir şey değil. Bu yazının amacı sana hap gibi bir çözüm sunmak değil. Ama o iç sesi biraz daha duyulur hâle getirmek. Belki de ilk kez onunla konuşmanı sağlamak.
Çünkü gerçekten sevilmek istiyorsan, önce kendine dürüst olmalısın.
Ve unutma: Bize böyle öğretilmedi, evet.
Ama şimdi biz kendimize yeniden öğretme zamanındayız.
SINIR İHLALLERİ SESSİZ YIPRATMALAR GİBİDİR.
Bir ilişkiyi ne bitirir? Kavga mı? İhanet mi? Hayır, bazen sadece üst üste yığılan ama asla dile getirilmeyen küçük yorgunluklar… Birinin sana bir şeyleri sürekli danışması ama seni hiç dinlememesi. Birinin her hafta sonunu senden çalması ama senin “yalnız kalmak istiyorum” deyişini hiç duymaması. İşte sınır ihlalleri tam olarak bu sessiz yorgunlukların sebebidir.
İhlal dediğimiz şey, çoğu zaman yüksek sesli bir şiddetle değil, küçük dokunuşlarla gelir. Birinin sana bir şeyi “şakayla karışık” defalarca söylemesi ama senin canının sıkıldığını umursamaması. O sustuğun anlar… İşte orada içten içe parçalanmaya başlarsın.
Benim hayatımda çok net bir sınır ihlali örneği vardı. Bir arkadaşım vardı, ne zaman biriyle buluşsam ya da plan yapsam, bozulurdu. Kıskanırdı, ama bunu kıskançlık olarak değil, “Ben senin gerçek dostunum” diyerek gizlerdi. Başta bunu sadakat gibi algılamıştım. Ama sonra anladım ki, bu bir sınır ihlaliydi. Benim özgürce sosyalleşme hakkımı, kendi sahiplenme duygusuyla engelliyordu. Ve ben buna aylarca “idare edeyim” dedim.
Ama sınır ihlalleri asla sadece “katlanılacak” şeyler değildir. Çünkü sınır, ihlal edildiği anda seni sana yabancılaştırmaya başlar. Artık birileriyle görüşürken gerçekten ne istediğini değil, ne sorun çıkmaz diye düşündüğünü öncelersin. Bu da seni içten içe çürütür.
İhlaller bazen çok açık olur: “Sen bunu yapmak zorundasın.” gibi cümlelerle. Bazen ise çok sinsi: Sessiz bir baskı, suçluluk hissettirme, minnet duygusuyla manipülasyon. “Bunca şey yaptım, bir bunu mu yapamayacaksın?” gibi cümleleri duymuşsundur. İşte bunlar, sınırlarını yavaşça silmeye çalışır.
Bir de işin başka bir yüzü var: Biz bazen farkında olmadan başkalarının sınırlarını ihlal ederiz. Yakınlık kurmak uğruna, onları zor durumda bırakırız. Bir arkadaşımızın yalnız kalmak istemesini “beni sevmiyor” gibi yorumlayabiliriz. Bu yüzden sınır ihlallerini konuşmak sadece mağdur olmakla ilgili değil; aynı zamanda kendimizi de bu konuda eğitmekle ilgili.
Şunu hiç unutma: Sınır ihlali, “senin neye ihtiyacın olduğunu dinlememek”tir. Bu bazen bir patron, bazen bir sevgili, bazen de en yakın arkadaş olabilir. “Kötü niyetli” olması gerekmez. Ama senin ihtiyacını ve alanını yok saymak, zamanla seni susturur.
Brené Brown bir konuşmasında şöyle der:
“İnsanlar sınır koyduğun için değil, onların işine geldiği şekilde davranmadığın için alınırlar.”
Ve evet, çoğu zaman sınırlarını çizdiğinde insanlar bundan rahatsız olabilir. Ama esas olan senin ne hissettiğindir.
Bir sınır ihlal edildiğinde vücut sana sinyal gönderir. Boğazın düğümlenir, midene ağrı girer, kafan karışır. Bir şeyler “yolunda değil” der içinden. O sinyalleri dinle. Çünkü sınır ihlali fiziksel bir tepkidir çoğu zaman.
Sınırlarını korumak demek, birileriyle savaşmak demek değildir. Sessizce uzaklaşmak da bir sınır koyma biçimidir. Her ihlali bağırarak anlatmak zorunda değilsin ama hissettiğini inkar ederek yaşamak da seni tüketir.
Bu yüzden ihlallerin adını koymak, ilişkilerde güvenli alanlar yaratır.“Bu durum beni rahatsız etti” demek, karşındakine bir şans vermektir. Devam ederse, o zaman artık sana zarar veren bir bağdan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Sınır ihlalleri, fark edilmedikçe çoğalır. Ve unutma: Sustukça büyürler. O yüzden kendine şu soruyu sor:
“Son zamanlarda kime ne için kırıldım ama hiç söylemedim?”
Ve sonra belki bir kağıda yaz:
“Ben şu anda bu konuda sınır çiziyorum.”
Çünkü bazı savaşlar sessiz yaşanır ama en çok onlar yorar.
SINIR KOYMAK BENCİLLİK DEĞİL, ÖZ SAYGIDIR.
Sınır koymak… Bu kelimeyi söylediğimizde birçok insanın aklına ilk gelen şey: “Bencillik.” Oysa sınır koymak, bencil olmanın değil, öz saygının bir göstergesidir.
Bencil olmak, sadece kendi ihtiyaçlarını merkeze alıp başkalarının ne hissettiğini umursamamaktır. Ama sınır koymak, hem kendini hem karşındakini önemsemektir. Çünkü sağlıklı bir ilişkinin yolu, iki tarafın da var olabildiği bir alandan geçer.
Bazen “hayır” dediğimizde suçluluk hissederiz. “Acaba kırdım mı?” “Ayıp mı oldu?” “Ben biraz fazla mı düşündüm kendimi?” gibi sorular döner zihnimizde. Ama bu soruların kaynağı çoğu zaman toplumun bize öğrettiği yanlış inançlardır. Oysa kendini önemsemek ayıp değildir. Kendini korumak, kimseyi küçümsemek değildir.
Düşünsene, bir arkadaşın senden sürekli yardım istiyor. Her seferinde zamanını, enerjini, hatta bazen maddi kaynaklarını ona ayırıyorsun. Ama sen ne zaman ihtiyacın olduğunda o ya müsait değil ya da duymuyor bile. Böyle bir durumda hâlâ “yardımseverim” diyebilir misin, yoksa bu artık kendini feda etmeye mi döner? İşte sınır koymak burada devreye giriyor. Çünkü “ben de varım” diyebilmek, özsaygının temelidir.
Bazen kendimize bile koyamadığımız sınırlar var. Telefonu elimizden düşüremiyoruz, sosyal medyada saatler geçiyor ama bir türlü dur diyemiyoruz. Ya da kendimizi o kadar eleştiriyoruz ki, iç sesimiz sanki sürekli bize bağırıyor:
“Yeterince iyi değilsin.”
“Yine beceremedin.”
Peki bu da bir sınır ihlali değil mi? Üstelik kendi kendimize yaptığımız?
Öz saygı, kendine hak ettiğin değeri verebilmekle başlar. Bu da hem başkalarına hem de kendine karşı sınır çizebilmek demektir. Zihnine, bedenine ve duygularına “ben seni görüyorum” diyebilmek. Bir gün yorgun hissettiğinde hiçbir açıklama yapmadan dinlenmeye çekilebilmek. Ya da biri seni üzdüğünde gülüp geçmek yerine “bu bana iyi gelmedi” diyebilmek.
İnsanlarla kurduğumuz ilişkilerde sınır çizmek, aslında ilişkiyi bitirmek için değil, yaşatmak içindir. Çünkü sınırsız bir yakınlık, bir süre sonra boğucu bir hâl alır. Herkesin bir alanı, bir nefes boşluğu olmalı. “Seni seviyorum” demekle “hayatımda bana ait alanlara da saygı duy” demek birbiriyle çelişmez. Hatta bu, sevgiyi daha da kıymetli kılar.
Bazen insanlar bizim sınır çizmemize şaşırır. “Sen böyle biri değildin” derler. Ama belki de biz hep sınır koyamayan biri olduk diye öyle sandılar. Ve şimdi değiştiğimizde, bu onları rahatsız eder. Çünkü bizden hep verdik, verdik, verdik. Şimdi “yetiyor” dediğimizde, bu onlara kayıp gibi gelir. Oysa bu, senin kendine dönüşündür.
Öz saygı, sınır koymanın en güzel yan etkisidir. Çünkü bir şey seni rahatsız ettiğinde artık kendini susturmazsın. Kırıldığında “önemli değil” deyip geçmek yerine “önemliydi” demeye başlarsın.
Bir dönem bir arkadaş grubum vardı. Her şey çok eğlenceli görünse de, sürekli birbirimizi eleştirdiğimiz, alay ettiğimiz bir dil oluşmuştu. Başta şakalaşma gibi görünüyordu ama bir süre sonra kendime güvenim sarsıldı. Eskisi kadar rahat hissetmemeye başlamıştım. Çünkü her söylediğim cümlede alay edilme ihtimali vardı. Veya yaptığımız her işte “ezik” görülme ihtimali.
Bir gün durdum ve “Ben bu ortamda artık kendimi iyi hissetmiyorum” dedim içten içe. Daha sonra mesafe koymaya, eskisi kadar samimi olmamaya başladım. Bu durum ise onlar tarafından çok garipsendi Çünkü kimse beklemiyordu bu hamleyi. Sonradan anladım ki, ben kendime değer verdiğim için bunu yapmıştım. öz saygı, bir anda doğmadı belki ama o gün bir tohum attım.
Sınır koymak, karşı tarafa mesaj vermektir: “Ben değerliyim. Bu yüzden bu kadarını kabul edebilirim.” Ve inanın, bu en çok bizi değil, karşımızdakini büyütür. Çünkü karşındaki insan, seni gerçekten tanımaya başlar. Nerede durması gerektiğini bilir. Ve eğer seni önemsiyorsa, buna saygı duyar.
Sınır koymak bencillik değildir. Aksine, kendine saygı duyduğun kadar başkalarına da sağlıklı bir şekilde yer açmaktır. Çünkü öz saygı olmadan sınır olmaz. Sınır olmadan da güvenli bir ilişki kurulmaz. O yüzden bir dahaki sefere “Hayır, bu bana uymuyor” dediğinde içinden bir suçluluk geçerse, kendine şu cümleyi hatırlat:
“Ben değerliyim. Ve değerli olan şeyler korunur.”
SINIR KOYDUK, PEKİ YA SONRA?
Sınır koymak başlı başına bir cesaret işi, evet. Ama iş orada bitmiyor. Asıl mesele, sınır koyduktan sonra neyle karşılaştığın, ne hissettiğin ve bu yeni düzeni nasıl koruduğun. Çünkü sınır çizmek bir eylemse, onu korumak bir süreçtir. Ve bu süreç, çoğu zaman duygusal olarak inişli çıkışlı olur.
İlk sınırını koyduğunda rahatlama hissi bekliyorsan, belki biraz hayal kırıklığı yaşayabilirsin. Çünkü o ilk “hayır”, genellikle bir gerilimi beraberinde getirir. Karşındaki şaşırır, belki kırılır, belki tepkisini belli eder. Ama unutma, bu senin yanlış yaptığın anlamına gelmez. Sadece ilişkinin yeni bir faza geçtiğini gösterir.
Ben ilk kez birine “Bu konuda artık konuşmak istemiyorum” dediğimde, saatlerce düşündüm. Kalbim çarptı, içim burkuldu. Ama sonra fark ettim: Bu kaygılarım, başkalarını üzmemek adına kendimi ne kadar çok üzdüğümün kanıtıydı. Ve sınır koymak, bir başkasını kaybetmek değil; kendimi kazanmaya başlamak demekti.
Sınır koyduktan sonra genellikle şu evreler yaşanır:
Suçluluk hissi: “Acaba abarttım mı?” diye kendini sorgularsın.
Karşı tarafın tepkisi: Küslük, şaşkınlık, uzaklaşma olabilir.
Yalnızlık korkusu: “Şimdi kimse kalmayacak mı?” sorusu kafanı kurcalar.
Kendini anlama dönemi: “Gerçekten neye ihtiyacım vardı?” diye düşünmeye başlarsın.
Kendine duyulan saygının artışı: Zamanla, “Ben değerliyim” inancı güçlenir.
Bu döngü kolay değil. Ama her döngü sonunda biraz daha güçlenirsin.Bu süreçte bazı insanlar sana küsebilir, senden uzaklaşabilir. Ama bu seni değersiz yapmaz. Aksine, artık yanında olanlar gerçekten seni sen olduğun için kabul eden insanlardır. Yani sınırlar, sadece seni değil; ilişkilerini de arındırır.
Peki sonra ne olur?
Daha net olursun. Artık neyi neden kabul etmediğini daha iyi bilirsin.
Kendine karşı daha dürüst olmaya başlarsın.
Kırgınlıklarını içinden atmak yerine zamanında ifade edersin.
Daha az “evet” dersin, ama daha çok kendine evet demeye başlarsın.
Bir örnek verelim. Geçmiş yıllarda çok sosyal bir ortamda yaşıyordum. Her davete gitmek, her buluşmada olmak gibi bir “görev”im varmış gibi hissediyordum. Sonra bir gün “Ben bu akşam kendimle olmak istiyorum” diyerek bir planı iptal ettim. O gece hayatımın en sakin ve en iyi gecelerinden biriydi. Sonra bunu alışkanlık haline getirdim. Ve zamanla insanlar da bana bu şekilde davranmaya başladı. Çünkü sen kendi sınırlarına saygı duyduğunda, çevren de duyuyor.
Bunu unutmamak gerekiyor: Sınır koymak sadece bir “koruma” hareketi değil, aynı zamanda bir “öğretme” sürecidir. İnsanlara seni nasıl seveceklerini, nerede duracaklarını, sana nasıl davranacaklarını öğretirsin. Ve bazen bu öğretiyi verirken yorulursun. Ama unutma: Her sınır, kendine attığın bir adımdır. Her “hayır”, içindeki “ben”e uzanan bir eldir.
Peki ya sonrası? Sınırları koyduk, ama sonra…
Daha iyi bir hayat başlıyor. Daha dürüst, daha sade, daha gerçek ilişkiler. Daha az kalabalık ama daha çok anlam. Ve belki de en güzeli, bir gün aynaya bakıp şunu diyebilmek:
“Ben artık kendimi yarı yolda bırakmıyorum.”
KENDİNE KOYDUĞUN EN GÜZEL SINIR: “ARTIK SUSMUYORUM”
Sınır koymak dediğimizde, çoğu zaman dış dünyayı düşünürüz: Arkadaşlara, sevgiliye, aileye ya da işyerine söylenen “hayır”lar. Ama bu yolculukta en zor sınır, kendine koyduğundur. Çünkü dışarıdan gelen ihlalleri fark etmek daha kolaydır; peki ya kendine ettiğin haksızlıklar?
Kendine koyduğun sınırlar, sadece ne yapmaman gerektiğiyle ilgili değildir. Aynı zamanda neye hakkın olduğunu da sana hatırlatır. “Artık kendimi suçlamayacağım.” “Benim de dinlenmeye hakkım var.” “Kendime şefkat göstereceğim.” Bunların hepsi birer içsel sınırdır. Belki başkaları seninle kötü konuşmuyor ama ya sen kendi içinden hiç susmayan o eleştirel sesi dinliyorsan?
Bu noktada sınır koymak, “Ben artık susmuyorum” demektir. Kendi içinden geçenleri bastırmamak, incindiğinde bunu fark etmek, öfkelendiğinde onu inkâr etmemek… Kendi duygularını tanımak, sahiplenmek, adını koymak.
Ben bir dönem sürekli kendimi suçladığım bir sarmalın içindeydim. Hangi kararı alsam, ardından pişmanlık duyardım. Birini kırmamak için sessiz kalırdım ama sonra “neden kendimi yine susturdum?” diye kızardım. Bu iç savaş, dışarıdan kimsenin görmediği ama beni tüketen bir şeydi. Sonra bir gün kendi iç sesime mektup yazdım. Ona, “Sana çok uzun zamandır kulak verdim ama artık bu kadar acımasız olamazsın” dedim. Ve o mektuptan sonra içimde yeni bir ses doğdu: Daha yumuşak, daha kabullenici, daha anlayışlı bir ses.
İç sesimizi dönüştürmek de bir sınır koyma biçimi. Artık eski kalıplara izin vermemek. Kendini aşağılayan düşüncelere, geçmişten kalan utançlara, “yetersizsin” fısıltılarına kapıyı kapatmak. Çünkü bazen en büyük sınır, “artık kendime bunu yapmayacağım” cümlesiyle başlar.
Sınır koymak sessizleşmek değil, tam aksine iç sesini yeniden duyabilmektir. Kendinle barışmak, kendini duymak, ilk kez samimiyetle “ben ne istiyorum?” diyebilmektir.
Artık susmuyorsan, artık yutkunmuyorsan, artık kendinden özür dilemeden yaşayamıyorsan… Bil ki, kendine koyduğun en değerli sınır başlamıştır.
BU YAZININ ARDINDAN: İÇİNDEN “EVET” DİYEN BİRİYLE TANIŞ
Bir yazının sonuna geldik. Ama belki de bir yolculuğun başındasın. Şimdiye kadar hep dışarıdan gelen seslerle, beklentilerle, etiketlerle şekillendin. İyi kız, anlayışlı dost, her zaman yardım eden, yorulsa da belli etmeyen… Ama artık farklı bir “sen” doğuyor. Kendi sınırlarını bilen, koruyan, savunan bir sen.
Ve bu yeni “sen”, çok değerli.
Kendine bir söz vermek istersen, bu yazıyı bitirdikten sonra aynanın karşısına geç. Kendine bak. Gözlerinin içine, biraz kırgın ama umutlu bakan o insana şunu söyle:
“Ben buradayım. Seni görüyorum. Ve seni korumak için artık buradayım.”
Çünkü sınırlar, başkalarını dışlamak için değil; seni daha çok yaşatmak için var. Seni sen yapan, herkesin ortasında bile kendine “evet” diyebilmen. Bir planı iptal ederken de, bir davete gitmek istemediğinde de, bir sohbetten sıkıldığında da… Yalnız kalmak istediğinde ya da tam tersi kalabalığa karışmak istediğinde de… Kendine dürüst olmak, kendini suçlamadan yaşamak… işte tüm mesele bu.
Bu yazı boyunca belki kendi hikâyenden izler buldun, belki içindeki bazı cümleleri ilk kez yüksek sesle düşündün. Belki ağladın, belki iç geçirdin, belki sadece sustun. Ama hepsi çok değerli. Çünkü bu yazı, bir dönüşümün parçası olmayı hedefliyordu. Ve sen onu gerçekten yaşadın.
Sınırlarını belirlemek, çizmek, savunmak… Bu bir defalık değil, ömürlük bir yolculuk. Ama artık yanında yürüyen biri var: Kendin ve en çok o sana “evet” diyor. Şimdi kalbinden bir cümle geçir:
“Ben artık hayatımın sınır bekçisiyim.”
Ve içinden yükselen o minik sesi duy:
“Hoş geldin.”
Herkese merhabalarrr🌟
Bir yazının daha sonuna geldik. Bu defa üzerine düşündüğüm şey, kendi içimde evirip çevirdiğim, bazen sessizce dertlendiğim ama bir türlü net bir cevabını bulamadığım bir konuydu: Sınırlar.
Yazarken fark ettim ki, hepimizin içinde bir yerlerde bu meseleyle ilgili küçük savaşlar var. Kimi zaman “hayır” diyemiyoruz, kimi zaman fazla veriyoruz, bazen de susuyoruz ama içimizde fırtınalar kopuyor. Ve galiba en çok da bu fırtınaları yalnız yaşadığımızı sanıyoruz.
Ama aslında yalnız değiliz. Çünkü bu yazıyı sen buraya kadar okuduysan, demek ki senin de içinde bir şeyler kıpırdadı. Ve bu çok değerli.
Bu arada küçük ama içten bir gelişmeyi de paylaşmak istiyorum: Artık 63 kişiyiz.💞
Evet, belki öyle dev bir kitle değiliz ama bu sayının her bir kişisi benim için ayrı bir anlam taşıyor. Çünkü bir zamanlar “Bir kişi bile okusun yeter” diyerek başladığım bu yolculukta, şimdi 63 kişi aynı yerden bakıyoruz hayata. Bu bence kocaman bir şey.🫶🏻
Yorumlarda seni de beklerim. Ne düşündün, hangi cümle içinde kaldı, nereye dokundu bilmiyorum ama sen istersen konuşabiliriz.
Ve eğer aklında başka konular varsa, olur ya bazı cümleleri kurmak zor geliyorsa… Onları da birlikte açarız. Çünkü artık burası sadece bir blog değil, küçük bir dertleşme köşesi gibi oldu sanki. Eğer yazılarımı beğeniyorsan bana bunu göstermek için beğenir ve abone olursan da ayrıca çok çok sevinirim.
Yeni yazılarda görüşürüz. Kendine iyi bak. Ve lütfen unutma, sınır koymak seni yalnız yapmaz — seni sen yapar.
— Nisa 🎀